İçeriğe geç

NASILIM ?
İYİ MİYİM ?

Pandemide Ruh Hallerimiz

Pandemi nasıl bir süreç? Dışarıyı az çok biliyoruz ama içeride neler yaşıyoruz?

Pandemi süreci herkesi farklı şekillerde de olsa düşünmeye zorlayan bir süreç. Olmakta olana anlam vermeye çalışıyoruz. Ne bu? Ne geldi başımıza?  Bu nedenle haberleri takip ediyoruz, tanımaya çalışıyoruz. Tabi ki bilinmeyeni anlamaya çalışmak kadar doğal bir süreç yok. Konuşmaya başladık. Birçok yayın yapılmaya başladı. Aslında bunların her biri anlam verme sürecinin bir parçasıydı. Hatta şu anda yaptığımız söyleşiyi de anlam dünyamıza bir şekilde oturtmaya çalıştığımız sürecin bir parçası olarak düşünebiliriz. İçinden geçtiğimiz aslında temel şey bir belirsizlik süreci. Bilinmeyene ve belirsizliğe tahammül etmek için uğraşı içindeyiz.

Neden belirsizlik bizim için bu kadar sıkıntılı?

Biz nasıl varlıklarız? Buradan başlayabiliriz. İnsan türü olarak, geleceği düşünebilen, bir parça tahmin edebilen ama geleceği tam olarak bilemeyen varlıklarız. Gelecek hakkında bilebildiğimiz kesin bir şey varsa o da öleceğimiz gerçeğidir. Dolayısıyla gelecekte belirsiz bir şeyler olduğu zaman ister istemez karşımıza bu çağırışım geliyor. Tek kesin gerçek olan o çağırışım bizi ziyaret ediyor. Bu aslında insanının büyük bir çelişkisi.

Bu gerçekle yaşamaya devam ediyoruz.

Geleceği, öleceğimizi biliyoruz ama bu gerçeklik içinde yaşamaya çalışıyoruz. Tehlikeli bir şey gündemimize girdiği zaman bizi tehdit etmeye başladığında ilk aklımıza gelen şey belirsizlik içinde ölebileceğimiz kaygısı oluyor. Şu an biyolojik bir afetten, salgından söz ediyoruz. Geleceği düşünürken zihinlerimizi ziyaret edecek olan felaket her zaman doğrudan ölüm olmaz. Bazen küçük ölümler dediğimiz kayıplar vs. bunlar da olabilir. Şu an hakikaten yaşamlarımızı bire bir tehdit eden bir şey karşılaştığımız şey bir tehdit algısı ve bunun yarattığı da ciddi bir kaygı durumu.

Bahsettiğimiz kaygı hissi hepimiz için ortak. Dışa vuruş şekillerimiz nasıl?

Kaygıyı herkes kendi alanında yaşıyor. Eğer işe gitmek zorundaysanız, bir sağlık çalışanıysanız belki daha çok tehdit altında hissedeceksiniz. İzole olma koşullarınız daha iyiyse belki daha az tehdit altında hissedeceksiniz. Kaygı düzeyimiz hem nesnel olarak tehdidin büyüklüğü ve yakınlığı ile hem de tehdit karşısındaki bizim yeterlilik algımızla ilgili. Bazı insanlar tehdidi olduğundan büyük, kendilerini de olduklarından yetersiz algılar. Bu durumda kaygı yüksek olur. Kaygı bazen endişeli düşünme şekliyle -ya şöyle olursa- gibi kendini ifade eder, bazen fizyolojik tepkiler, çarpıntı terleme, titreme gibi,  ön planda olur, bazen öfke, yerinde duramama veya  gerginlik olarak yüzeye çıkabilir. Sıklıkla da bunların hepsi bir arada olur.

Şu an neden kaygılarımız bu kadar yüksek?

Hem tehlike bildiğimiz kadarıyla büyük, hem belirsizlik fazla hem de yetersiz hissediyoruz. Yeterince bilmediğimiz bir tehdit karşısında yetersiz hissetmemiz çok normal.. Burada öyle büyük bir olay var ki hepimiz yetersiz hissedeceğiz zaten. Dolayısı ile farklı oranlarda hepimiz kaygılandık ve kaygılanmaya da devam ediyoruz.

Kaygı hissini herkes farklı yaşıyor ama belirtilerinden bahsedebilir miyiz?

Kaygı çok yabancı bir duygu değil, hepimizin bildiği bir duygu. Günlük hayatta sürekli olan ve içinden geçtiğimiz bir şey.

Kaygı yükseldiği zaman eşlik eden fiziksel reaksiyonlar olur bedende. Fizyolojik reaksiyonlar kişiden kişiye değişmekle birlikte, ellerde ayaklarda soğuma, terleme, ağız kuruluğu, gibi hafif reaksiyonlardan, çarpıntı, solunumun hızlanması, bulantı gibi daha belirgin reaksiyonlara kadar çeşitli tepkiler veririz. Çünkü sinir sistemimiz alarma geçmiştir ve bizi tehdit karşısında uyanık olmaya iter. Bu organizmanın savaş-kaç moduna girmesidir. Uzun süren kaygı durumlarında, uyku bozuklukları, yeme sorunları, endişeli düşünme, dikkat bozulması  gibi birtakım reaksiyonlar da olabilir. Çocuklarda hareketliliğin artması, alt ıslatma, tepkisellik, ebeveyne yapışma gibi tepkiler olabilir.

Kaygılandığımız zaman içimizden ister istemez kontrole doğru çaba doğar. Bazen aldığımız önlemleri yeterli bulur, ikna oluruz, bazen yetersiz buluruz ikna olamayız. İkna olamadığımız durumlarda zihin tehlike ile meşguliyetini sürdürür. Bu zihinsel meşguliyet genellikle olası felaket senaryolarını sürekli zihinde döndürmek şeklindedir. Zamanla tehdidin kendisinden çok bu zihinsel meşguliyet acı verici olamaya başlayabilir. Oysaki olabilecek felaketleri yüzde yüz kontrol etme yeterliliğimiz yok, bu aslında hemen her tehdit için geçerlidir. Bilim insanları bu virüse karşı neler yapabileceğimizle ilgili on dört tane madde saydılar. Bu on dört maddenin ötesinde yapabileceğimiz bir şey yok. Bu noktada durmayı bilemediğimizde daha fazla kontrol arzusu ile sınırlarımızın ötesine taşmak istiyoruz. Kaygının kendisi, endişelenmenin kendisi bir kontrol stratejisi haline geliyor. Yani ben kaygılanarak zannediyorum ki durumu kontrol edebiliyorum. Ama öyle bir şey yok.

Ya tersi oluyorsa. Yani salgın sürecine dair kaygı duymamak ya da bir şey hissetmemek de problem mi? Bastırılan bir şeyler mi var?

Genel bir çerçeveyle bakacak olursak, anormal durumlarda verebileceğimiz her anormal tepkiyi bile biz normal kabul ederiz. Evet bazı insanlar tehditle karşı karşıya oldukları halde bunu inkâr ederler. Bu bilinçli yapılan bir şey değil. Ani gelişen olaylar karşısında verilen her tepki olağan. Kaygıyı daha az hissetmek ya da hiç hissetmemek iki türlü mümkün olabilir: Gerçekten güvendesinizdir yani aldığımız önlemler yeterlidir ve buna inanıyorsunuzdur. Ama bu da bir ölçüde inkârı içerebilir. Ben yeterli önlemi aldım artık güvendeyim dediğiniz zaman bir parça artık her şey kontrolümde demiş oluyoruz ama gerçekte bilmiyoruz.

İkincisi ruhsal olarak tolere edilemeyecek bilgi  bilince çıkamaz. Biz buna inkâr savunma mekanizması diyoruz. İnkâr ederek de kişi olan durumla baş etmeye çalışıyordur.

Sadece virüsten mi kaygı duyuyoruz yoksa daha çocuklarımız ve onların gelecekleri de bunun parçası mı?  

Virüsün yarattığı kaygı başta hastalık ve ölüm üzerine olsa da, aldığımız önlemlerden de başka kaygılar çıkıyor.  Örneğin sınava girecek çocuklar için ayrı bir kaygı alanı çıktı. Ya da küçük çocukları evde tutmanın getirdiği belki ileride psikolojik sorunlar yaşarlar gibi birtakım kaygılar çıktı. Çünkü biz normal hayat yaşamıyoruz artık ve bu anormal hayatın içinde bizi ne tür sonuçlar bekliyor bilmiyoruz.  Günlük rutinlerimizin çok dışında yaşamaya başladık.  Oysa beynimiz şablonlara göre çalışıyor. Yani geçmişte edindiği bilgiler ve tecrübeler doğrultusunda bir model üretiyor ve hayattan bunu bekliyor. Şimdi ise yeni rutinler, yeni modeller üretmek zorundayız.  

Salgınla alışkanlıklarımız değişiyor. Günlük pratiklerimiz yanı sıra jestler, mimikler, temaslar değişiyor. El sıkmak, sırt sıvazlamak gibi eylemlerde bulanamamak da bir kayıp olabilir mi?

Yaşadığımız sürecin en temel konseptlerinden biri bence kayıplarımız. Dokunma, temas kaybı dışında başka kayıpları da burada konuşabiliriz.  Özellikle göz temasını yitirdiğimizi de hatırlatmak istiyorum.  Çok önemli bir bağı kaybediyoruz. Bizim bağ kurmamızın temel araçlarından biri beden, göz, yüz, mimikler… Biz sadece sözle bağ kurmuyoruz bedenle de bağ kuruyoruz, mimikle bağ kuruyoruz, sesimizin tonuyla bağ kuruyoruz. Bunların hepsini bir arada istiyoruz çünkü aynı zamanda bunlar bizim insan olma deneyimimizin önemli parçaları. Kaybettiğimiz zaman huzursuzluk alanına çekiliyoruz.  

İnsan ilişkileri açısından çok önemli bir şeyi daha kaybettik. Öteki, bizim için tehlikeli olmaya başladı. Bu öteki düşman öteki de değil. “En sevdiğimiz insanlar bizim için tehlikeli, biz en sevdiğimiz insanlar için tehlikeliyiz”. Aslında bu çok büyük bir deneyim. Kolay tolere edebileceğimiz bir şey değil. Dokunsak mı dokunmasak mı? Görüşsek mi görüşmesek mi? Sorumluluk hissedenler görüşmemeyi seçti.

Yaşam tarzımız tamamıyla değişti. Bir de duruma, şartlara, yaşadıklarımıza karşı duyduğumuz öfke

Bu süreçte öfke hissetmek ya da başka olumsuz varsayılan birçok duyguyu hissetmek çok olağan. Aşırı uyarılmışlık ya da aşırı yüklenmişlik halinde intolerasyon (?) başlıyor ve bu öfkeye dönüşebiliyor. Kontrol kaybı hissi bir çok kişiyi öfkeli de yapar. Ama buradaki mesele, öfkeyi bir negatifler hanesine yazmak. Bir yönden öfke, çok besleyici de olabilir. Örneğin hükümetler bu süreçte vatandaşına gereken yardımı, desteği, korumayı sağlamazsa insanlar öfkelenebilir. Bu öfke sayesinde harekete geçebilir ve taleplerini daha güçlü bir şekilde duyurmaya çalışabilirler. Gerçekten her duygu bize kendimize dair bazı bilgi kaynakları verir. Kendimizi tanımamızı sağlar, neye ihtiyacımız olduğunu söyler. Mesela metrobüste seyahat ederken, biri çok yakınınızda durursa, öfkelenirsiniz. Bu sınırlarımı ihlal ediyorsun demektir. Mesele öfke hissetmek değil; duygular zaten var. Duyguları kabul etmek ve tanımlayabilmek, adını koyabilmek lazım. Ve bu duyguyla ne yapacağımızı bilebilmemiz lazım.

Nasıl yapacağız? Yani öfkemizin arkasına nasıl geçip bakacağız?

Öfkenin belki zararlı olarak addedilmesindeki en önemli şey, hızlıca bizi harekete geçirdiğinde saldırganlık ve yıkıcılıkla kendini ortaya koyması. Elbette, kimseye zarar vermek istemiyorsak biraz duracağız ve bu öfkeyi dinleyeceğiz. Öfke kendinizle ilgili olabilir, yetersizliğimize öfke duyuyor olabiliriz. Bununla ilgili bir çalışma yapılabilir. Eğer dışarıda olan bitenle ilgili ise ve yaşananları kabul edemiyorsak, neyi ne kadar kabul edebilirim? diye sorabiliriz.  Elimizden hiçbir şey gelmiyor ise bu öfkeyi kimseye zarar vermeden boşaltacak birtakım kanallar açabiliriz. Örneğin bir şeyi sertçe çiğnemek bile öfkenin boşaltımı için çok basit yol. Herkesin kendi öfkesi üzerine biraz çalışmasında fayda var. Bizim toplumumuzda öfke, bir sürü duygunun önüne geçen bir duygu. İnsanlar üzülüyor, üzüntüsünün farkında değil çünkü kabul etmek istemiyor; üzüntüsünü bile öfkeyle ifade ediyor. Öfke insanı içe çeken değil dışa yönelten temas kurmaya iten bir duygu. Ancak o temas saldırganca bir temas olabiliyor yoksa öfke bir yanıyla iyi bir şey.

Şu günlerde normalleşme eğilimleri başladı. Adını normalleşme dediğimiz, tekrar eski hayatlarımıza geri dönme çabası. Bir yandan hızla sokağa çıkan AVM’lere giden, kalabalıklara karışan bir kesim var öte yanda ise tam da bu kalabalıkları gördüğü için telaşla evden çıkamayan diğer kesim.

Her iki kesimi de anlayabiliriz. Hepimiz rutinlerimize dönmek eski hayatımıza dönmek istiyoruz. Yani yarın kalkacağım, işe gideceğim, spor yapacağım, çocukları okuldan alacağım… Rutinler her gün “nasıl yaşayacağım” sorusunu ortadan kaldırdığı için hayatı kolaylaştıran bir şey. Dolayısıyla özlediğimiz şey hayatın olağan akışı. Günlük rutinlerimize, özlediğimiz kayıplarımıza kavuşmak istiyoruz. Şu anda her şeyden önce bir kayıp duygusu içindeyiz ve o kayıplarla buluşup içimizi rahatlatmak istiyoruz. Bunlar evrensel, hepimizin yaşadığı şeyler. Aynı zamanda kısıtlanmış hissediyoruz, kapatılmak insanın hatta hiçbir canlının ruhuna uygun bir yaşam yolu değil. Ama bir taraftan da tehdidin gerçekten bittiğine de inanmıyoruz.  Bir gerçek bize fısıldıyor, diyor ki hayır hala tehlike devam ediyor. İçimizde bu çatışmayı yaşıyoruz. Zaman zaman eve kapanıyoruz zaman zaman çıkıyoruz. Bazen sokağa çıkma yasaklarına kızıyoruz, bazen onu arzu eder hale geliyoruz. Çünkü iki dinamik bir arada işliyor.

Salgının başındaki tedirginliğimiz farklı bir biçim aldı. Sürekli rakamlara dikkat kesilirken şimdilerde, salgın kaç kişiyi etkiledi? Kaç kişi hastanede yatıyor ya da kaç kişiyi kaybettik? gibi açıklamalara bakmaz hale geldik. Acaba ölüm düşüncesi de normalleşiyor mu?

İlk başta rakamlarla bu kadar ilgilenmek tehdidi anlama çabamızın bir ürünüydü. Kaygımız da başlangıçta daha yüksekti ki, gözümüzü haberlerden ayıramıyorduk. Ama artık benzer bilgiler geldiği için rakamlara olan duyarlılığımız yitirdik. Ama asıl mesele zaman içinde bu rakamların arkasında insanların olduğunu unutmaya başlamamız ve insana olan duyarlılığımızı yitirmemiz olsa gerek.

Çocuklar nasıl etkileniyor?

Çocukların bu süreci anlamaları kolay değil, haberlerden, sağdan soldan duyduklarından ne anlam çıkardıklarını bilemeyiz. O yüzden anlayabilecekleri bir dille, gerekirse çocuklar için hazırlanmış resimli dokümanlarla çocuklara virüs ve korunma yöntemleri anlatılmalı. Gözlemlediğim kadarıyla çocuklar daha çok akranlarıyla buluşamadıkları için sorun yaşıyorlar. Ebeveynler evdeki bazı kuralları sürdüremediklerinden şikayet ediyorlar. Evden çalışırken çocuklarına yeterli bakım ve ilgiyi gösteremiyorlar.  Çocuklar eskisinden çok daha fazla ekrana maruz kalıyor. Hem çocuklar hem ebeveynler için zorlayıcı bir süreç. Ergenler için akranlarla birliktelik çok önemlidir. Her şeyini akranla paylaşır, aileden bağımsızlaşanın aracısı akranlardır. Bu süreç onlar için de oldukça zorlayıcı. Sosyalleşmelerini uzaktan da olsa sağlayacak önlemler alınmalı.

Biliyoruz ki insan insana muhtaçtır. Ama salgınla bu duygumuz insanın insan ile kurduğu ilişki değişiyor mu? Ben ve öteki arasındaki ilişki nasıl değişiyor?

Buraya dikkat çektiği için çok teşekkür ederim. Salgınla, “öteki benim için tehlikeli, ben de öteki için tehlikeliyim” düşüncesi sosyal bir varlık olan insanı derinden sarsan bir fikir. Ötekine muhtacız ve insan olmak öteki olmadan olabilecek bir şey değil. Varoluşsal tehdidin bir kaynağı da bu, sadece biyolojik ölüm değil, sosyal varlık olarak da ölüm tehdidi altındayız. Temelde bir şey değişmeyecek ama belki sosyal varlık olarak, sosyalleşme biçimlerimiz, ötekiyle temas şartlarımız değişecek. Ama aynı zamanda bu olay birbirimize karşı sorumluluğumuzu hatırlatıcı bir şey oldu. Oysa bu evrensel bir gerçeklik yani hepimiz birbirimize karşı sorumlu olmak zorundayız. Çünkü aynı dünyada yaşıyoruz. Sadece insan insana da değil hayvanlara doğaya başka canlılara karşı da sorumluluğumuzu belki hatırlamak için bu bir ipucu olmuş olabilir.

 Korona günlerinde hiçbir şeye yetişmek zorunda olmamak bir çoğumuz için önemli bir konfor oldu. Yani kendimize ait vakti vicdan azabı çekmeden kullandığımız için daha mutlu hissediyor olabilir miyiz?

Evet, bu süreçte bir çoğumuz aslında nasıl bir koşturma içinde yaşadığımızı, oradan oraya sürüklendiğimizi, hayatın hızı içinde birçok şeyi kaçırdığımızı fark ettik. Birden durunca hızın baş döndürücülüğü ortaya dökülmüş oldu. “Kendimize ait vakit”lerimiz bile kendimize ait değildi, sürekli verimlilik ideolojisinin ipoteği altında, bunu gerçekten yapmak istiyor muyum sorusunu bile sormadan yapmaya devam ediyorduk. Oysa insan durmadan, içini duyabilir mi, neyi istediğini, neyi istemediğini, kendisine neyin iyi geldiğini, neyin iyi gelmediğini anlayabilir mi? Terapi odasında sessizlik anları, çok güzel anlardır. Asıl verimlilik bazen o sessizlik içindedir, sözün bittiği ve içsel olarak bir kavrayışın olduğu anlar. Farkındalığın gelişmesi için durmak, dinlemek, yapan zihinden olan zihne geçmek gerek. Mutluluğun bununla bir ilişkisi var. 

Dijital dünyada yoğun bir dayanışma gerçekleşiyor. Neredeyse herkes ve her şey ulaşılabilir hale geldi. Tiyatroları izlemek, çeşitli eğitimlere katılmak, müzeleri gezmek ya da canlı konserler vs. Öte yandan sokağa çıkınca yoğun bir tedirginlik hali var. Birbirinden uzaklaşarak hatta uzaklaşarak yürümek; sürekli somurtan ve göz teması kurmayan ifadeler. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?

Birbirimizi tehlikeli olarak kodlayınca ister istemez kaldırım değiştirmeler başladı. Tedirgin ve kaygılıyız sokağa çıktığımızda. Kaçınma kaygı duyan insanın temel davranışlarından biridir, kaygıyla baş etme yolu yani,  tehlike geride kaldığında bu tür davranışlar da bitecektir. Belki biraz aşırıya kaçtık, gülümsemekten virüs bulaşmıyor,  birbirimize bunu hatırlatmalıyız.

Ben dijital dünyadaki paylaşımcı yaklaşımların kalıcı olmasını umuyorum. Birçok etkinlik, eğitim ücretsiz bir şekilde herkesin kullanımına açıldı. Demek ki olabiliyormuş. Toplulukların davranışlarını ben analiz edemem, sosyal psikologlar ve sosyologlar çok daha iyi yanıtlar verecektir. Ama şunu söyleyebilirim. Afetler toplumların içindeki iyiyi de kötüyü de daha çıplak hale getiriyor. Bir yerde deprem olduğunda da yardım etmek için koşan binlerce insan oluyor. Tabi yağmaya koşanlar da oluyor. Toplumu düzenleyen sistemler, güçler bir süre aynı işlevsellikte olmadığında, böyle bir çıplaklıkla karşılaşıyoruz diye düşünüyorum.

 Artan kaygılarımızla nasıl baş edebiliriz?

Kaygıyı önce bir olağanlaştıralım.  Bazı insanlar kaygılanmak kaygılanıyor, sanki kaygılanmanın kendisi tehlikeli gibi. Elbette tüm duygular gibi kaygı da bize lazım, olağan, önemli bir bilgi kaynağı. Ama eğer kişi yoğun kaygı duyuyorsa,  kaygı günlük hayatta işlevselliğini bozacak düzeye geliyorsa örneğin tedbir almaktan ya da kontrol çabasından hayatı aksıyor,  uykular bozuluyor, başka bir şey düşünemez hale geliyorsa orada biraz durup bakmak lazım. Ne oluyor içeride?  Ben niye bu kadar kaygı yapıyorum? Ben neyi kaybetmekten bu kadar korkuyorum? Düşüncelerim nasıl? Duyguları düzenlemenin birçok yolu var. Önce tanımak, adını koymak gerekir. Düşüncelerimiz duygularımıza eşlik eder, abartılmış olumsuz düşünceler yoğun kaygının önemli bir eşlikçisidir. O zaman bu düşünceleri sorgulamak gerekir. Ne kadar gerçekçi, milyonda bir ihtimallere mi kafa yorup kaygılanıyorum? Olanaklarımı ve gücümü küçümsüyor muyum? Bu gibi sorularla farklı düşünmeye kapı açabiliriz. Aklımızdan geçen felaket senaryosunu sonuna kadar götürüp, gerçekte neyden korktuğumuzu fark etmek, bu felaket senaryosunu  defalarca izlemek korkuyu azaltır. Tıpkı bir korku filmini birkaç kez izlediğinizde ilkinden çok daha az korktuğunuz gibi.   Düşünceleriyle aşırı kaynaşan insanlar onların gelip geçiciliğinin de farkına varamaz. Çok fazla kafasının içinde yaşayan insanlara meditasyon iyi gelir. Fiziksel hareket, sinir sistemini yatıştıran nefes egzersizleri, sevilen bir işle uğraşmak yine yatışmayı kolaylaştırır. Düşünce ve duyguları yazmak iyi gelir. Çünkü kafada döndürdüğünüz zaman size daha olasılıklı gibi gelen şey yazdığınız zaman ve tekrar okuduğunuzda biraz saçma görünmeye başlayabilir. Rasyonel düşünce devreye girer. Sürekli olumsuz olasılıklar üzerinden kurgulanan bir hayat, şu anı zehreden bir şey.

Bu bir travma mı? Bu bizde travmatik bir süreç yaratacak mı?

Travma yaratabilecek bir durumla karşı karşıyayız. Bu bir afet. Aslında afet herkesi travmatize etmez. Afette travma yaşayanlar vardır, yaşamayanlar vardır. O afete ne  kadar şiddetle karşı karşıya kaldığınız, hangi koşullarda karşı karşıya kaldığınız,  o afete yakalanırken ki ruhsallığınız vs. gibi bir sürü etken travmatize olup olmadığınızı belirler. Bu konu üzerine henüz toplum geneline yapılmış bir çalışmaya rastlamadım.  Ancak sağlık çalışanları arasında yapılan çalışmalardan travmatize olan epey bir insan olduğunu biliyoruz. Ailesinde birini covid nedeniyle kaybetmiş ya da covid’e yakalanmış ve yoğun bakımda iki üç hafta geçirmiş dolayısıyla ölümle burun buruna gelmiş insanların travmatize olmasını bekleyebiliriz. Ya da çocuklar açısından baktığımızda, ebeveynlerinden uzak kalmak zorunda kalmış çocuklar travmatize olmuş olabilir.

Yaşadığımız travmanın etkileri kalıcı olabilir mi? Tekrar eski normalimize geri dönebilecek miyiz?

İnsanlar bazen travma geçirip geçirmedikleri hemen anlamaz. Olay biter altı ay sonra travma belirtileri göstermeye başlayabilir. O yüzden bugünden ne kadar insan travma geçirmiştir, etkileri kalıcı mıdır? sorularını cevaplamak çok mümkün değil. Eğer işinize gücünüze devam edebilmişseniz, günlük işlevlerinizi yerine getirebiliyorsanız, büyük ihtimalle büyük bir travma sonradan de olmayacaktır. Travma ile zaten ifade edilen şey, gerçek bir ölüm tehlikesi ile burun buruna gelmek. Biz bunu bu duyguyu biraz hissediyoruz ancak somut olarak karşımıza çıkmadığında çok travmatize olduğumuzu düşünmüyorum.

Son olarak covid ile beraber en çok bilime yaslandığımız ve bilim insanlarının fikirlerinin daha itibar kazandığı bir dönem yaşıyoruz. Öte yandan da sanki her şey kurgu gibi, geçeklik zeminini kaybediyor…

Evet, aslında çift değerli duygular yaşıyoruz. Bir yandan dikkatle Sağlık Bakanlığını izliyoruz. İnternetten uluslararası kaynakları takip ediyoruz, politikacılardan çok doktorlara, bilim insanlarına  kulak veriyoruz. Ama bir yandan da gördük ki bilim de bize pek bir şey demiyor, evlerde kalmayı tavsiye etmek dışında. Bunca yıl üretilen bilgi bu virüs karşısında öyle bir noktaya geldi ki çakıldı kaldı. Biz bilim ilerledikçe zannediyoruz ki korkumuz azalacak. Hayır bilim ilerledikçe, ölümden kaygımız korkumuz daha çok artıyor.

Neden? Tersi olması gerekmez mi?

Bilimsel üretim arttıkça insanın doğa karşısında hükmetme yanılsaması artıyor.  “Biz biliyoruz” diye bir omnipotansi geliştiriyor insanlık. Omnipotansi dediğim Türkçesi, kadiri mutlaklık. Biz ne kadar kadiri mutlak algılarsak kendimizi aslında ölümü  inkâr ediyoruz demektir. Ne kadar inkâr edersek de o kadar korkarız aslında. O yüzden de bu süreçte bizim için omnipotansi kırıldı. Bilim insanlarının, bilginin her şeyi kontrol edemediği, hemen çare bulamadığı ve aslında güvende olmadığımız gerçeğiyle yüzleştiğimizde bu ambivalans, çift değerli duygular devreye girdi.

Tarihte hep böyle zamanlar olmuş. Salgınlardan, Çernobil gibi çok büyük olaylardan, büyük savaşlardan geçip gelmişiz bu zamanlara. Elbette bu günler de geride kalacak. Asıl soru şu, biz tüm bu yaşananlardan bir şey öğrenecek miyiz? Yoksa korkulu bir rüya gibi gelip geçecek mi?

(Bağ Dernek söyleşisi – Zor zamanlarda kesişen yaşamlar: İşte Hayat adlı kitapta yayınlanmıştır.)

conatus terapi makaleler

Son Makaleler

İçimizdeki Adalet

İçimizdeki Adalet Sineklerin Tanrısı’nda William Golding  en primitif hali ile insanın doğasındaki kötülüğü sorgular. Ülkelerinde sürmekte olan ve gelecekte bir atom savaşına dönüşmesinden korkulan savaştan

Yazının Devamı »